Mekkenin o eşsiz saadet devrinin arifesinde sâkinleri içinde en heybetli yiğitlerinden biri şüphesiz Hamza idi. Tabiat olarak, avı ve macerayı, yiğitliği sever, durgun bir hayattan hiç hoşlanmazdı. Av dönüşü Kâbeye kavuşmak, onu tavaf etmek ayrı bir haz verirdi ona. Nedendir bilinmez, içinden bir şeyler kopar, yüreğindeki yağlar erirdi tavaf ederken.
Hamzanın bu avdan dönüşteki tavaf manzarası görmeğe değerdi, zira dağlara baş eğmeyen bir yiğit olan Hamzanın bu mütevazı tavrı onun kadar yiğitliği olmayan başkalarına nispetle daha da değerli oluyordu. Çünkü hayatında zaten başı eğik gezenlerin Kâbe önünde baş eğmeleri o kadar dikkat çekici olmazdı, ama Hamza öyle değildi; böylesine dağları bile ensesinden bağlayıp assalar eğilmeyecek olan bu dik baş, Kâbe önünde nasıl da hürmetle eğiliyordu.
Ancak bu defa başka bir şey olmuştu; Allah huzurunda eğilmeyi reddeden Ebû Cehil ve avanesi, Hamzadan iyi bir tokat yiyerek eğilmez zannettikleri dik başlarını, Kâbenin Rabbi huzurunda başını eğen bir yiğidin kahramanlığı, cesareti ve hatta öfkesi karşısında eğmişlerdi; ne garip bir tecelli Hamzanın ırzı, namusu ve şerefi için bedel olarak veremeyeceği maddî ve mânevî hiçbir şeyi zaten yoktu.
Ancak onun bunlardan da öte yüce bir gayesi, davası da olacaktı. Şimdi o; yaratılmış varlıkların tamamından üstün olan Peygambere ve onun tevhid davasına her şeyini adamaya hazır bulunuyordu.