Dil, düşüncenin eviyse şayet, deyiş yerindeyse, adlar da tuğlalarıdır. İnsan kendi duvar örme ustalığına o kadar güvenemez aslında; ama derme çatma da olsa tuğlaları dizmekten vazgeçemez. Her seferinde
tanımlamak, beklentilerimizi ifade etmek, yüceltmek ya da yermek için adlandırırız, hatta yeniden adlandırırız.
Yeni doğmuş bir bebeğe adını koyarken, yakın arkadaşımıza lakap takarken, namlı bir sokağın
adını değiştirirken, kökensel bir adlandırma itkisinin varisleri olarak davranırız.
Bu kökensel miras, medeniyetler ötesi bir bakış açısıyla Arkaik Yunan'a kadar geri götürülebilir. Yunan
şairi, düşünürü, sokaktaki insanı, dönemin meskûn dünyasına yayılan kendi toplumsal yaşamını yansıtan bir evrensel dil oluşturmak adına çocuğunu, sokağını, icat ettiği aleti, yarattığı eseri, kutsal ve dünyevi olanı, kısacası her şeyi adlandırırdı. Öte yandan, Yunan'ın her yerinde iz bırakan ?rekabet (agôn) kültürü bağlamında bu adlandırma yönelimi özel bir tarz kazanmıştır. Yunan şairi galip gelen kişiyi ?övmek için özel bir düzenek olarak adlardan yararlanırdı. Pindaros bu düzeneği şiirsel bir hakikati inşa etmek adına ustalıkla kullanmış; Platon gibi, Pindaros'un dizeleriyle büyüyen çocuklar ise bu hakikatin adlarla bağlantısını Kratylos diyaloğunda yeniden masaya yatırmıştır. Bugün hâlâ dizmeye çalıştığımız tuğlaların büyüsüne kapılıyorsak, kulağımızda kalan şairin sesinin etkisi altındayız demektir.