İnsanoğlunun barınma amaçlı mekân inşa etmesi başta fizyolojik temelli bir eğilim olsa da, zamanla mekâna farklı kazanımlar
katarak, mekânı barınma ihtiyacının dışına taşan çok yönlü bir yapıya dönüştürmüştür. Bu dönüşüm sonucunda çok geniş mekânlar
olarak kabul edebileceğimiz şehirler ortaya çıkmıştır. Öte yandan, toplumların kendilerini bir mekân üzerinden var edip
gerçekleştirdikleri düşünülecek olduğunda, insanlığın kendi arasındaki mücadelelerinin büyük bir kısmının bir mekâna egemen
olma mücadelesi olduğu görülür; bu yüzden, tarih, iktidarların olduğu kadar, mekânların da hikâyesi olarak tanımlanır. Asur Kalesi,
Diyarbakır Surları, Hevsel Bahçeleri, Birkleyn Mağaraları, 10 Gözlü Köprü, Hz. Süleyman Camii, Sipahiler Çarşısı, Deliller Hanı,
Hasan Paşa Hanı, Sülüklü Han, Gazi Köşkü, Cahit Sıtkı Tarancı Evi ve daha pek çok eser veya mekân, Diyarbakır'ın tarihteki
serüveninin birer hikâyesi sayılır.
Mekân ve toplum arasındaki ilişki devamlılık arz eden bir ilişkidir. Toplum, insan ilişkilerinin yoğun olarak yaşandığı, kültürün
içinde büyüdüğü ve karakterini kazandığı bir alandır. İbn-i Haldun'a göre toplum, yatağı hiçbir zaman kurumayan bir ırmak
gibidir. Yatağında ilerlerken tepelere rastlar ve eğilmek zorunda kalır. Bu eğiliş bir şehir söz konusu olduğunda, o şehrin farklı
kültürlerin etkisine uğraması veya farklı siyasi yönetimlerin güdümüne girmesi olarak değerlendirilebilir. Tarihi süreçte şehrin
büründüğü kültürel ve siyasi kimlik, onu kimi zaman ilerleme ve kimi zaman da gerileme süreçlerine soksa da, şehrin öznesi olan
toplum her zaman vardır ve sürekli yenilenerek kalıcılığını sürdürür.